9 Kasım 2015 Pazartesi

Ekran Başında: Spectre

Benim için 007, 2006'da anlam kazandı. Tanrı biliyor ki Pierce Brosnan'a katlanamıyordum. Casino Royale'i izledikten sonra ise artık bu daha insani, daha gerçekçi, en önemlisi de çok daha iyi temsil edilen ajanı sevmeye başlamıştım. 2008'deki Quantum of Solace'ın hikaye örgüsü geri planda kalıp aksiyon dozu artınca bile umudumu yitirmedim. Geriye dönüp baktığımda filmin kötü adamını bile hatırlayamıyordum ki Bond kötülerinin varoluş amacı akılda yer etmektir. Öte yandan 2012'deki Skyfall'u çıkar çıkmaz izlemeye gittiğimde ise yerimde duramıyordum. Zira Bond, her gün şehrime gelmiyordu. İngiltere'de ilk hafta sonu itibarıyla gişede bir rekora imza atan Spectre'ı da dün gece Ataköy'deki bir sinema salonunda büyük beklentilerle izledim. Çünkü Daniel Craig ve Sam Mendes çıtayı iyice yükseltmişti ve daha azıyla yetinecek değildim. Şimdiyse bu satırları yazarken her şeyi bir kez daha düşünüyorum. 



Öncelikle bu filmin kötü adamını Christoph Waltz ete kemiğe büründürüyor. Beni Tarantino'nun Django Unchained'i ve Polanski'nin Carnage'ında oyunculuğuyla büyüleyen Waltz'ın kadroda yer alması kesinlikle haneye yazılan artı bir puan diye düşünmüştüm. Fakat... İnsan ister istemez şu ana kadar sarışın Bond'un karşısında gördüğü kötüleri şöyle bir düşünmeden edemiyor. 2002'de Wilbur Wants to Kill Himself ile tanıştığım Mads Mikkelsen'ın sessiz, sakin, derinden psikopatı Le Chiffre. Sonra 1992'de çektiği Jamón Jamón'dan başlayarak neredeyse tüm filmlerini izlediğim muhteşem Javier Bardem'in bir anı bir anına tutmayan, "her şeyin bir ilki vardır" Raoul Silva'sı. Pekala. Waltz'ın Blofeld'ı en azından kurgu açısından iddialı demeliyiz. Çünkü...

[Spoiler geliyor. Dikkat.]

"Benimle birçok kez karşılaştın ama beni hiç görmedin."

Hikayeye göre şu ana kadar Craig'in canlandırdığı tüm Bond filmlerinde karşılaştığımız kötü adamlar aslında Blofeld'in emrindeymiş ve tüm amaç Bond'un hayatını mahvetmek ve tabii ki... Dünyanın kontrolünü ele geçirmekmiş. World domination, baby. İşe bu yönüyle film ilginç bir hal alıyor. Yılanın başı Spectre, tüm kötülüklerin temelinde yatıyor.

Blofeld, şu ana kadar toplam altı Bond filminde yer aldığından aslında Waltz'un elinde bir dünya materyal bulunuyordu.

[Spoiler bitti.]

Spectre, klasik Bond formülü üstünden giderek gözlere hitap ediyor. O halde, gelelim filmin en sevdiğim sahnesine.

Day of the Dead, Meksika.

Bana soracak olursanız Sam Mendes ve tüm ekibi filmin açılışıyla ayakta alkışlanmayı hak ediyor.

Meksika'daki "Day of the Dead" festivalinde kurukafa maskesi ve onunla uyumlu iskelet kostümüyle karşımıza çıkan Bond, festival katılımcılarının ve göstericilerin arasında kolunda hoş bir hatunla ilerlerken tek kelimeyle muhteşemdi. O korkunç güzel maskesiyle yüzünü gizlerken bile karizmatik ve seksi olmayı başarmak da ancak Bond canonundan beklenilebilecek bir şeydi.



Kostümlerinden makyajlarına dek tek tek hazırladıkları sekiz yüz kişiyle çektikleri bu harikulade açılışın, şu ana kadar izlediğim tüm Bond filmleri arasında belki de yıllar sonra hatırlayacağım ilk üç sahneden biri olacağına hiç şüphe yok. Bu sahneyi izlerken ne kadar eğlendiğimi tahmin edebilirsiniz. Sonrasında takım elbisesi ve mühendislik harikası silahıyla pencereden dışarı çıkıp aksiyona daldığında ise gülmeden edemedim. İşte Mr. Bond böyledir. 

Aslında bakılırsa filmin büyük bir bölümünü bu hissiyat eşliğinde izledim. 

Ancak...

Filmin ikinci yarısında olaylara Léa Seydoux karışınca filmin temposu bir parça düştü. Bir somurtup bir gülen bu kadın kafamda canlanan kurguda eriyip gidemedi ve... Seni seviyorum mu? Girl, please.

Diğer yandan filmin sadece birkaç dakikasında görebildiğimiz Monica Belluci şahaneydi. Bırakın bir soğuk bir sıcak takılan genç kadınları falan, bu kadın filmde daha fazla yer bulmalıydı. Çünkü...



[Spoiler geliyor.]

"Şimdi gitmezsen, ikimiz de öleceğiz."

Sadece Craig'le aralarındaki inkar edilemez kimyadan bahsetmiyorum. Belluci'nin canlandırdığı Lucia, bizzat Bond'un öldürdüğü kocasının cenaze töreninden sonra lüks arabasıyla lüks malikanesine geldiğinde peşine yüzlerce adamın düşeceğini biliyordu. Karanlık eve girdiğinde ölümün kendisini beklediğini hissediyordu. Tüm bu hislerini ekrana o kadar başarıyla yansıttı ki sadece birkaç karede filmin kalitesini artırdı.

Tabii bir de o evde 007'ın şampanya bardaklarını kırdığı o müthiş sahneye de katkısı oldu. Evet.

[Spoiler bitti.]

Silahlar, Arabalar, Takım Elbiseler ve Tüm O Süper Şeyler

Bond filmlerinin olmazsa olmazı şu süper lüks şeylere değinmeden geçemeyiz. 

Bu filmde Bond, Heckler & Koch VP9 kullanırken filme özel tasarlanmış rüya gibi bir Aston Martin DB10 prototipi sürüyor. Filmde görülen çok sayıda silah (Sig Sauer P226 gibi) ve çok sayıda araba (Jaguar C-X75 gibi) var ama içlerinden en ilgi çekici olanı tabii ki DB10 prototipiyle kötü adamlardan birinin (Mr. Hinx) kullandığı double barrell (çift namlulu) tabanca, yani Arsenal Firearms AF2011 Dueller Prismatic

Tamam, şu noktada filmi bir silah severle izlediğimi belirtmem gerek. Bu arada söylediğine göre filmde Léa Seydoux da tabanca kullanmayı öğretmeye kalkıştığı sahnede Bond'a "ne yapacağımı biliyorum" demek isterken eğitimden geçtiğini ortaya koymuş. 

Gelelim kostümlere...

Bond filmleri daima suit porn olmuştur. Bu film de takım elbise sevenler için cennet gibi. Filmin kostümlerinden sorumlu olan Jany Temime, kusursuz bir iş çıkartmış. Bond'un tam olarak nasıl taşıyacağını bildiği, aralarında $5200 etiketli smokin ceketinin de bulunduğu Tom Ford imzalı takımları, altını çiziyorum, büyüleyici. 

Aslına bakılırsa bu filmle ilgili her şeyi saatlerce konuşabilirim. Tüm yazıyı baştan aşağıya spoiler'larla doldurmamaya çalışmak bayağı zordu. George Orwell'a selam gönderdikleri şu asıl olaydan bahsetmemek için ellerime hakim olmam gerekti. 

Filmi gidip kendi gözlerinizle görmenizi tavsiye ediyorum. Çünkü beni Casino Royale ya da Skyfall kadar etkileyemese de yine de ekrandan taşıp duyulara hitap eden bir şölendi diyebilirim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...